Ortaçağ'da Engizisyon

Ortaçağ Engizisyonu, yaklaşık 1184ten itibaren Piskoposluk Engizisyonu (1184-1230lar) ve daha sonraları da Papalık Engizisyonu (1230lar) olmak üzere bir dizi Engizisyon (sapkınlığı bastırmakla görevli Katolik Kilisesi organları) idi. Ortaçağ Engizisyonu, özellikle Güney Fransa ve Kuzey İtalyadaki Katharizm ve Waldensianlar gibi Roma Katolikliğine karşı sapkın veya mürted olarak kabul edilen hareketlere tepki olarak oluşturulmuştu. Tüm bunlarla birlikte bu hareketler daha sonra da gerçekleştirilecek olan pek çok engizisyonun da çekirdeğini oluşturmuştu.

Katharlar ilk olarak 1140larda Güney Fransada, Waldensianlar ise 1170 civarında Kuzey İtalya'da görülmüştü. Bu noktadan önce de Bruyslu Peter gibi birtakım sapkınlar ise Kiliseye defalarca meydan okumuştu. Ancak Katharlar örgütsel olarak ikinci bin yılda Kilisenin otoritesine karşı ciddi bir tehdit oluşturan ilk kitlesel örgütlenmeyi tesis etmişlerdi. Bu makale sadece bu ilk engizisyonları kapsamakta, 16. yüzyıldan sonraki Roma Engizisyonunu ya da 15. yüzyılın sonlarında İspanyol monarşisinin kontrolü altında yerel din adamlarını kullanan ve biraz daha farklı bir fenomen olan İspanyol Engizisyonunu kapsamamaktadır. XVI. yüzyılın Portekiz Engizisyonu ve çeşitli sömürgelerdeki kolları da bu makaleye dahil edilmeyen yukarıdaki modelleri (İspanyol Engizisyonu ve Roma Engizisyonu’nu) izlemiştir.

Tarih

Engizisyon, iddia edilen çeşitli suçları araştırmak için geliştirilmiş olan bir yöntemdi. Kilise mahkemelerindeki ilk kullanımı ise bugün bildiğimiz manası ile sapkınlık meseleleri için değil, daha çok gizli evlilik ve iki eşlilik gibi geniş bir suç yelpazesine yönelikti.

Fransız tarihçi Jean-Baptiste Guiraud (1866-1953) Ortaçağ Engizisyonunu ...teolojik ve sosyolojik olarak sapkın öğretiler tarafından tehdit edilen dini ortodoksluğu, ve bununla birlikte sosyal düzeni de korumak amacıyla hem kilise hem de sivil otoriteler tarafından eşzamanlı olarak çıkarılan, bazıları maddi, bazıları da manevi türden baskı araçları sistemi olarak tanımlamıştır.

Lincoln Piskoposu Robert Grosseteste sapkınlığı insan algısı tarafından seçilen, insan aklı tarafından var edilen, Kutsal Yazılara dayanan, ancak Kilise öğretilerine aykırı olan ve kamuya açık bir şekilde ilan edilen ve dahi inatla savunulan düşünce olarak tanımlamıştır. Hata (suç, kusur), düzeltilebilme ihtimalinin olduğu teolojik bir hatadan ziyade inatçı bağlılıktaydı; ve Grosseteste Kutsal Yazılara atıfta bulunarak Yahudileri, Müslümanları ve diğer Hıristiyan olmayanları sapkın tanımının dışında tutmuştur.

Bulundukları yere ve yöntemlerine bağlı olarak birçok farklı engizisyon türü vardı; tarihçiler bunları genellikle Piskoposluk Engizisyonu ve Papalık Engizisyonu olarak iki şekilde sınıflandırmıştır. Tüm büyük Ortaçağ engizisyonları ademi merkeziyetçiydi ve her mahkeme kendi içinde bağımsız olarak çalışmaktaydı. Yetki ise Vatikandan gelen direktiflere göre yerel görevlilerdeydi. Bununla birlikteyse Ortaçağ sonrasındaki engizisyonlarda olduğu gibi engizisyonları idare eden yukarıdan aşağıya doğru işleyen bir merkezi otorite de bulunmamaktaydı.

Erken Ortaçağ mahkemeleri genellikle accusatio adı verilen ve büyük ölçüde de Cermen uygulamalarına dayanan bir süreç izlemişti. Bu prosedürde herhangi bir kişi mahkemeye giderek birisine karşı bir suçlamada bulunurdu. Ancak şüphelinin, yani suçlananın masum olduğuna karar verilirse, suçlayanlar yanlış suçlamalarda bulundukları için yasal cezalarla karşı karşıya kalırlardı. Bu durum, herhangi bir kimseyi suçlayacak olanın, suçlamasının geçerli olacağından emin olmadığı sürece suçlama yapmaktan caymasını sağlamaktaydı. Daha sonralarında ise suçlanan kişinin kamuya mâl olmuş olması, yani kişinin kendisine isnat edilen suçtan suçlu olduğuna dair yaygın bir kanaatin bulunması ise bir eşik şartı haline gelmişti.

On ikinci yüzyılın sonlarında, on üçüncü yüzyılınsa başlarında suçlayıcı modelden Roma İmparatorluğunda da uygulanmış olan yasal prosedürlere/usullere doğru bir kayma yaşanmaya başlamıştır. Bir bireyin ilk elden edindiği bilgilere dayanarak suçlama yapması yerine, hakimler artık toplanan bilgilere, yani delillere dayanarak savcılık rolünü üstlenmiştir. Engizisyon usulleri altında suçluluk ya da masumiyet, hakimin bir davanın detaylarına ilişkin gerçekleştirdiği soruşturması neticesinde (inquisitio) kanıtlanmaktaydı.

Piskoposluk engizisyonları

Sıradan insanlar sapkınları ...toplum karşıtı bir tehdit olarak görme eğilimindeydi. [...] Sapkınlık sadece dini bölünmeye değil, aynı zamanda sosyal kargaşaya ve siyasi çekişmelere de yol açmaktaydı. 1076da Papa VII. Gregory, Cambrai sakinlerini aforoz etti, çünkü bir kalabalık, Piskopos tarafından sapkın olduğuna karar verilmiş olan bir Katharı yakalayarak yakmıştı. Benzer bir olay yine 1114 yılında, Piskoposların Strassburg'da bulunmadığı bir sırada yaşanmıştı. 1145 yılında Liège'de bulunan din adamlarıysa kurbanları kalabalıktan kurtarmayı başarmıştı.

İlk Ortaçağ engizisyonu olan Piskoposluk Engizisyonu, 1184 yılında Papa III. Lucius'un Ad Abolendam, yani Ortadan Kaldırmak Amacıyla başlıklı bir Papalık genelgesiyle kurulmuştu. Bu karar Güney Fransa'da gittikçe büyümekte olan Katharist hareketine karşı bir müdahaleydi. Bu engizisyona “Piskoposluk Engizisyonu adı verildi, çünkü bu engizisyon Latincede episcopus olarak da bilinen yerel bir piskopos tarafından yönetilmekteydi. Bu engizisyon piskoposları, sapkınları tespit etmek üzere yılda iki kez kendi piskoposluk bölgelerini gezmekle yükümlü kılmaktaydı. Bu dönemde sapkınlarla mücadele yöntemleri de kademeli bir şekilde yeniden gözden geçirilmekte ve revize edilmekteydi.

Piskoposluk engizisyonlarının uygulamaları ve prosedürleri (usulleri, işlemleri) bir piskoposluk bölgesinden diğerine, her bir piskoposun elinde bulundurduğu kaynaklara ve olaylara karşı ilgisine ya da ilgisizliğine bağlı olarak değişiklik gösterebilmekteydi. Kilise öğretisinin vahyedilmiş hakikati ihtiva ettiğine inanan piskoposların başvurdukları ilk yol ikna etme (persuasio) olmuştur. Söylevler, tartışmalar ve vaazlar yoluyla Kilise öğretisinin en iyi açıklamasını ortaya koymaya çalışmışlardır. Çoğu zaman bu yaklaşım oldukça da başarılı olmuştur.

Diğer hareketlerin 12. yüzyıldan itibaren yayılması ise en azından bir ölçüde, gerçekleşmekte olan yasadışı evlilikler ve aşırı servet sahibi olmayı da içermekte olan din adamlarındaki ahlaki yozlaşmaya karşı bir tepki olarak görülebilir. Orta Çağ'da Engizisyonun ana odak noktası da bu yeni ortaya çıkan mezhepleri ortadan kaldırmaktı. Bu nedenle Engizisyonun hareket alanı ağırlıklı olarak dönemin iki ana sapkın hareketi olarak kabul edilen Katharlar ve Waldensianların bulunduğu İtalya ve Fransaydı.

Piskoposlar her zaman sapkın olduğu iddia edilen faaliyetleri inceleme yetkisine sahipti, ancak hangi faaliyetin sapkınlık olup olmadığı her zaman da net olmadığı için piskoposlar sürekli olarak meslektaşlarıyla istişare ediyor ve Romadan tavsiyeler alıyorlardı. İlk başta Piskoposlara danışman olarak gönderilen elçilerse (temsilcilerse) daha sonrasında idarede daha büyük bir rol üstlenmeye başlamışlardı.

Innocent'in papalığı sırasında, Kathar ve Waldensian sapkınlıklarının Provencea ve Ren Nehri üzerinden Almanyaya yayılmasını durdurmak için papalık temsilcileri gönderilmişti. Gerçekleştirilen prosedürlerse Papa IX. Gregory zamanında resmileşmeye başlamıştı.

Katharlar

Katharlar çoğunlukla Güney Fransada, Toulouse gibi şehirlerde yaşayan bir grup muhalifti. Mezhep 12. yüzyılda gelişmiş, muhtemelen de İkinci Haçlı Seferi'nden dönen ve dönüş yolunda da bir Bulgar mezhebi olan Bogomiller aracılığıyla inançlarını değiştirmiş olan askerler tarafından kurulmuştur.

Katharların ana sapkınlığı düalizme olan inançlarıydı: kötü Tanrı materyalist dünyayı, iyi Tanrı ise ruhani dünyayı yaratmıştı. Bu nedenle Katharlar yoksulluk, iffet, alçakgönüllülük ve onlara göre insanların kendilerini materyalizmden ayırmalarına yardımcı olacak olan bütün bu değerleri vaaz ediyorlardı. Katharlar, hiçbir koşul altında kabul edilemeyeceğini ilan ettikleri yeminlere karşı olan tutumlarıyla da feodal hükümet için bir sorun teşkil ediyorlardı. Dolayısıyla o çağın dini homojenliği göz önüne alındığında sapkınlık, ortodoksluğun yanı sıra sosyal ve siyasi düzene karşı da bir saldırı niteliği taşımaktaydı.

Albigensian (Albigeois) Haçlı Seferi, Katharların askeri olarak yenilgiye uğratılmasıyla sonuçlanmıştır. Bundan sonra Engizisyon, 13. yüzyıl boyunca ve 14. yüzyılın büyük kısmında da Katharizmin nihai olarak yok edilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Katharlara verilen cezalarsa oldukça çeşitliydi. En sık uygulanan cezaysa, bir kefâret göstergesi olarak giysilerinin üzerlerine sarı haçlar takmalarıydı. Bazıları ise Müslümanlara karşı savaşmak maksadıyla zorunlu olarak hac yolculuğuna çıkarılmıştı. Geri dönen hacılar da dahil olmak üzere başka bir yaygın ceza da kırbaçlanmak için ayda bir kez yerel bir kiliseyi çıplak bir şekilde ziyaret etmekti. Tövbe etme konusunda yavaş/ağır davranan Katharlarsa hapse atılmakta ve çoğu zaman da mülklerini kaybetmekteydi. Tövbe etmeyi tamamen reddedenler ise yakılmaktaydı.

Waldensianlar

Waldensianlar çoğunlukla Almanya ve Kuzey İtalya'daydı. Waldensianlar, Kilisenin gittikçe artmakta olan zenginliğinden endişe duyan bir grup Ortodoks din adamından oluşmaktaydı. Ancak zaman geçtikçe bu inançlarının Katolik öğretisiyle çeliştiğini gördüler. Katharların aksine ve Kiliseye uygun bir şekilde tek bir Tanrıya inanıyorlardı, ancak tüm inananların rahip olduğuna inanarak özel bir rahiplik sınıfını tanımıyorlardı. Ayrıca Kilisenin ortodoksluğunun bir parçası olan azizlere ve şehitlere saygı/hürmet gösterilmesine de itiraz ediyorlardı. Kilisenin ve din adamlarının kutsal otoritesini reddederek havarisel yoksulluğu teşvik etmekteydiler. Bu hareket özellikle Güney Fransanın yanı sıra Kuzey İtalya ve Kutsal Roma İmparatorluğunun bazı bölgelerinde de popüler hale gelmiştir.

Papalık engizisyonu

Papa IX. Gregorynin Engizisyonu kurmasının bir nedeni de sapkınlıkla mücadele sürecine bir düzen ve yasallık getirmekti, zira şehir halkının oluşturduğu çetelerin/kalabalıkların sapkın olduğu iddia edilen kişileri yargılamadan yakması gibi eğilimler söz konusuydu. Tarihçi Thomas Maddene göre: Engizisyon, farklılıkları ezme ya da insanlara baskı yapma arzusundan doğmadı; daha ziyade haksız infazları durdurma girişimiyle doğdu. ...Sapkınlık devlete karşı işlenen bir suçtu. Justinianus Kanunundaki Roma hukukuda  sapkınlığı idamlık bir suç haline getirmişti. Orta Çağ'ın başlarında sapkınlıkla suçlanan kişilerin çoğu teolojik eğitimden yoksun olan yerel Lordlar tarafından yargılanıyordu. Madden, Gerçek şu ki, Ortaçağ Engizisyonu, aksi bir durumda seküler Lordlar ya da çete (ayaktakımı) yönetimi tarafından kavrularak yakılacak olan sayısız binlerce masum (ve hatta o kadar da masum olmayan) insanı kurtarmıştır demektedir. Madden, Ortaçağın seküler liderlerinin krallıklarını korumaya çalışırken, Kilisenin ise ruhları kurtarmaya çalıştığını savunmaktadır. Engizisyon, sapkınların ölümden kaçmaları ve topluma yeniden geri dönebilmeleri için bir araç sağlamıştır.

Dönemin iki ana vaaz veren tarikatı olan Dominikenler ve Fransiskenlerin Kilisenin ahlaki yozlaşmasına karşı gösterdikleri şikâyetler bir dereceye kadar sapkın hareketlerin şikâyetlerini yansıtmakla birlikte, bu tarikatlar doktrinsel olarak gelenekseldi ve Papa III. Innocent tarafından sapkınlığa karşı mücadelede görevlendirilmişlerdi. 1231 yılında Papa IX. Gregory, Avrupanın çeşitli bölgelerine çoğu Dominiken ve Fransisken tarikatından olan bir dizi Papalık Engizisyoncusu (Inquisitores haereticae pravitatis) atadı. Bu kimseler münzevi/keşiş olmaları nedeniyle seyahat etmeye alışkındılar. Gelişigüzel olarak işlemekte olan piskoposluk yöntemlerinin aksine, Papalık Engizisyonu kapsamlı ve sistematikti ve ayrıntılı kayıtlar tutmaktaydı. Ortaçağ köylülerinin birinci ağızdan konuşmalarını içeren Ortaçağa ait az sayıdaki belgeden bazıları papalık engizisyonuna ait kayıtlardan gelmektedir. Bu mahkemeler (Papalık Engizisyonu) Fransa, İtalya ve Almanyanın bazı bölgelerinde faaliyet göstermiş ve on dördüncü yüzyılın başlarındaysa fiilen sona ermiştir.

Papa Gregorynin Engizisyon Mahkemesi konusundaki asıl amacı, Katolik öğretisinden farklı düşünenlerin inançlarını araştırmak, anlamak/öğrenmek ve onlara Ortodoks doktrinini öğretmek için istisnai (özel) bir mahkeme oluşturmaktı. Bu şekilde sapkınların kendi görüşlerinin yanlışlığını görecekleri ve yeniden Roma Katolik Kilisesi'ne dönecekleri umuluyordu. Ancak sapkınlıklarında ısrar ederlerse, Papa Gregory Katolik cemaatini enfeksiyondan korumanın gerekli olduğunu düşünerek şüphelileri sivil makamlara teslim ettirecekti, çünkü aleni sapkınlık Kilise hukukunun yanı sıra devlet hukukuna göre de suçtu. Laik (sivil, seküler) makamlar, sivil itaatsizlik için o zamanlar kazığa bağlanarak yakılmayı da içeren kendi ceza yöntemlerini uygulardı. Yüzyıllar boyunca mahkemeler farklı biçimler (şekiller) aldı, cadılık da dahil olmak üzere çeşitli birçok sapkınlık türlerini soruşturarak (araştırarak) ortadan kaldırdı.

Engizisyon Mahkemesi tarihi boyunca yerel kilise ve dünyevi yargı makamları ile rekabet içerisinde olmuştur. Ne kadar kararlı ve azimli olursa olsun, hiçbir papa sapkınlığın kovuşturulması üzerinde tam bir kontrol kurmayı başaramamıştır. Ortaçağın kralları, prensleri, piskoposları ve sivil yetkililerinin hepsi de sapkınlığın kovuşturulmasında rol oynamıştır. Bu uygulama 13. yüzyılın ikinci yarısında ise zirveye ulaşmıştır. Bu dönemde engizisyon mahkemeleri, papanınki de dahil olmak üzere, neredeyse tamamen her türlü otoriteden bağımsız hale gelmişti. Bu nedenle de suistimallerin kökünü kazımak neredeyse imkansızdı. Örneğin, “Sapkınların Çekici” (Malleus Haereticorum) Robert le Bougre, zalimliği ve şiddetiyle tanınan bir engizisyon yargıcı olan Dominiken bir rahipti. Bir başka örnek de, kiliseye karşı yapmış oldukları sahtekârlıklarla kısa sürede kötü bir üne kavuşmuş olan Fransisken engizisyoncularına teslim edilen Venedik eyaleti davasıydı; bu engizisyoncular, sapkınların el konulmuş olan mülkleriyle ve bunun yanında da af da satarak zenginleşmişlerdi. Yolsuzlukları neticesinde ise 1302 yılında Papa tarafından faaliyetlerini askıya almaya zorlanmışlardır.

Avrupa'nın güney kesiminde, Ortaçağ boyunca Aragon Krallığı’nda Kilise tarafından yönetilen mahkemeler bulunmaktaydı, ancak İber yarımadasının başka bölgelerinde ya da İngiltere de dahil olmak üzere birçok başka krallıkta böyle bir durum söz konusu değildi. İskandinav krallıklarında ise kilisenin neredeyse hiç etkisi olmamıştı.

On dördüncü yüzyılın başlarında iki hareket daha Engizisyon’un dikkatini çekmiştir: Tapınak Şövalyeleri ve Beguineler. Tapınakçılara karşı yürütülen sürecin Engizisyon tarafından bir sapkınlık şüphesi nedeniyle mi başlatıldığı, yoksa Engizisyon’un, onlara borçlu olan ve bu borcuna rağmen de şövalyelerin servetini isteyen Fransa kralı Adil Philip tarafından mı istismar edildiği açık değildir. İngiltere’de de kraliyet Tapınakçılara borçluydu ve muhtemelen bu nedenle de Tapınakçılar İngiltere’de zulüm gördüler, toprakları ellerinden alındı ve başkalarına verildi (son özel mülk sahibi II. Edward’ın gözdesi Hugh le Despenser’dı). İngiltere'deki birçok Tapınakçı öldürüldü; bazılarıysa İskoçya’ya ya da başka yerlere kaçmak zorunda kaldı.

Beguineler, on üçüncü yüzyıldaki kuruluşlarından itibaren Kilise tarafından tanınan bir kadın hareketiydi. Marguerite Porete, Sade Ruhların Aynası olarak bilinen mistik bir kitap yazmıştı. Bu kitap, bazılarının bir ruhun Tanrı ile bir olabileceği ve bu durumdayken de Kilise’ye, onun kutsal ayinlerine ya da erdem kurallarına ihtiyacı olmadığı gibi ahlaki yasaları da görmezden gelebileceği anlamına gelen ifadeleri nedeniyle bazı tartışmalara yol açmıştı. Kitabın öğretileri rahatlıkla kötüye yorulabiliyordu. En sonunda Porete Fransa’nın Dominiken engizisyonu tarafından yargılandı ve 1310'da dinden dönmüş bir kâfir olarak kazığa bağlanarak yakıldı. 1311’deki Vienne Konsili de onları kâfir ilan etmiş ve hareket böylece düşüşe geçmiştir.

Ortaçağ Engizisyonu, Papa XXII. John’un zehirlenme ve büyücülük/cadıcılık yoluyla bir suikast girişimine kurban gitmesine kadar büyücülüğe karşı çok az ilgi göstermiştir. 1320 yılında Carcassonne ve Toulouse Engizisyoncularına yazdığı bir mektupta Santa Sabina Kardinali William, Papa John’un büyücülüğü/cadıcılığı sapkınlık olarak ilan ettiğini ve bu nedenle de Engizisyon altında yargılanabileceğini belirtmiştir.

Aragon’da Ortaçağ Engizisyonu

Penyafortlu Raymond bir engizisyoncu olmamasına rağmen, Aragonlu I. James, Penyafort’un bir kanon avukatı ve kraliyet danışmanı olması nedeniyle, Engizisyon'un krallık topraklarındaki uygulamalarıyla ilgili hukuki meselelerinde sık sık ona danışırdı.

“...Avukatın derin bir adalet ve hakkaniyet duygusu, Dominiken'in merhamet duygusuyla birleşince, sapkınlığa yönelik engizisyonların oluşum yıllarında başka yerlerde rastlanan aşırılıklardan uzak durulmasını sağladı.”

Papalık Engizisyonu erken dönemde yerleştirilmiş olmasına rağmen, Aragon Krallığı’nda hem halk hem de hükümdarlar tarafından büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Zaman içerisinde de Papalık Engizisyonu’nun önemi azaldı ve on beşinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde de yasalara göre hala var olmasına rağmen neredeyse unutulmaya başlandı.

Azınlıkların yaşam koşullarıyla ilgili olarak, Aragon Kralları ve diğer monarşiler dini azınlıklara bazı ayrımcı vergiler uyguladı, bu nedenle de yalandan din değiştirmeler vergiden kaçınmanın bir yolu haline geldi.

Yukarıdaki ayrımcı yasalara ek olarak, Aragon’un özellikle azınlıkları korumayı hedefleyen yasaları da bulunmaktaydı. Örneğin Haçlı Seferleri sırasında Aragon Kralı’nın Yahudi ya da Müslüman tebaasına saldıran Haçlılar asılarak öldürülmekle cezalandırılıyordu. 14. yüzyıla kadar yapılmış olan nüfus sayımı ve evlilik kayıtları, evlilik ya da kan karışımını önleme konusunda mutlak bir endişenin olmadığını göstermektedir. Bu tür yasalar günümüzde Orta Avrupa’nın çoğunda yaygındır. Hem Roma Engizisyonu hem de komşu Hıristiyan devletler Aragon yasalarından rahatsızlık duyduklarını göstermiş ancak etnik kökenle pek fazla ilgilenmemişlerdir.

Yüksek rütbeli Musevi memurlar Kastilya’daki kadar yaygın değildi ancak hiç görülmemiş de değildi. Abraham Zacuto Cartagena Üniversitesi’nde profesördü. Vidal Astori, Aragon Kralı II. Ferdinand’ın kraliyet gümüşçüsüydü ve onun adına iş yapıyordu. Ve Kral Ferdinand’ın kendisinin de anne tarafından uzaktan Yahudi kökenli olduğu söyleniyordu.

Kastilya'da Ortaçağ Engizisyonu

Kastilya’da hiçbir zaman Papalık Engizisyon Mahkemesi ya da Orta Çağ boyunca herhangi bir engizisyon mahkemesi olmamıştır (kurulmamıştır). Piskoposluk mensupları her zaman kralın yönetimi altında inananları gözetlemek ve günahkârları cezalandırmakla görevlendirilmişlerdir.

Kastilya’da Orta Çağ boyunca Katolik yönetici sınıfı ve halk, sapkınlığa ya çok az ilgi göstermiş ya da hiç ilgi göstermemiştir. Kastilya’da 13. ve 14. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi Yahudilik karşıtı broşürlerin çoğalması (yayılması) söz konusu değildi ve bulunabilenler de orijinal hikâyelerin değiştirilmiş, sulandırılmış/yumuşatılmış versiyonlarıydı. Yahudilere ve Müslümanlara hoşgörü gösteriliyor ve genellikle ev işlerinde kendi geleneklerini takip etmelerine izin veriliyordu.

Kastilya topraklarındaki Müslüman ve Yahudilere ilişkin yasalar zaman içinde büyük farklılıklar göstermiş, 14. yüzyılın sonlarına doğru yaşanan büyük istikrarsızlık ve hanedan savaşları devrinde de daha hoşgörüsüz bir hal ortaya çıkmaya başlamıştı. Kastilya hukukunu genel hatlarıyla tanımlamak oldukça güçtür, çünkü özgür Kraliyet Villaları modeli nedeniyle belediye başkanları ve sınır bölgelerinde yaşayan halk, bir villadan diğerine değişen kendi fueros'larını (yasalarını) oluşturma hakkına sahipti. Genel olarak Kastilya modeli, İslami İspanya’nın ilk modeliyle paralel bir düzlemde ilerlemekteydi. Katolik olmayanların vergilendirilmesiyle ilgili olarak ayrımcı yasalar ve ipek ya da “gösterişli kıyafetler” giyme yasağı gibi ilçeden ilçeye değişen bazı özel ayrımcı yasalar mevcuttu, ancak bunun dışında serbestlik tanınmaktaydı. Azınlıkların zorla din değiştirmesi ve aynı şekilde büyücülük, kahinlik veya benzeri batıl inançların varlığına inanmak da yasalara aykırı bir durumdu. Genel olarak, bütün “kitap ehli”nin Hıristiyan nüfusa dinlerini yaymaya çalışmadıkları sürece kendi geleneklerini ve dinlerini yaşamalarına izin veriliyordu. Özellikle Yahudiler, Avrupa’nın diğer bölgelerine kıyasla şaşırtıcı özgürlüklere ve korumalara sahipti ve kraliyet danışmanı, hazinedar veya sekreter gibi yüksek kamu görevlerinde bulunmalarına da olanak tanınmıştı (müsaade edilmişti).

Ortaçağ döneminin büyük bir kısmında din değiştirenlerle evlenmeye izin verilmiş ve de bu evlilikler teşvik edilmişti. Kastilya’da dinler arasında entelektüel işbirliği de bir norm haline gelmişti. Buna örnek olarak 11. yüzyıldan kalma Toledo Çevirmenler Okulu gösterilebilir. Yahudilerin ve Mağribilerin (Müslümanların) idarede yüksek makamlara gelmelerine de izin veriliyordu (örn. Abraham Seneor, Samuel HaLevi Abulafia, Isaac Abarbanel, López de Conchillos, Miguel Pérez de Almazán, Jaco Aben Nunnes ve Fernando del Pulgar)

Ortaçağ Krizi sırasında Yahudilerin borç alma haklarının korunması için yasaların daha da sıkılaştırılması (sertleştirilmesi), 14. yüzyılın başlarındaki Kara Ölüm ve kıtlık/kuraklık krizine önemli bir antisemitist tepki göstermemiş olan Kastilya’nın Kralı Zalim Petro’ya (Peter the Cruel) karşı başlatılan ayaklanmanın nedenlerinden ve 1391’deki antisemitik olayların tetikleyicilerinden biriydi. Kastilya’daki Katolik olmayanların yaşam koşullarını açıkça kötüleştiren 14. yüzyıl krizinden sonra krallığın diğer dinlere karşı düşmanlıkta yaşamış olduğu ani artıştan sonra bile, Avrupa’daki en hoşgörülü krallıklardan birisi olarak kalmaya devam etmiştir.

Krallık, Kilise’nin otoritesini krallığa doğru genişletme girişimleri sebebiyle Roma ile ciddi gerilimler yaşanmıştı. Kastilya’nın Mozarabik Ayini’ni tamamen terk etmeye direnmesi ve Reconquest (Yeniden Fetih) toprakları üzerinde Papalık kontrolünü tanımayı reddetmesi (bu, Aragon ve Portekiz’in kabul ettiği bir talepti) çatışmanın odak noktasını oluşturmuştu. Bu çatışmalarsa Krallığın sınırları içerisinde bir Engizisyonun kurulmasına karşı güçlü bir direncin gösterilmesine ve Fransa’daki kovuşturmalardan kaçan sapkınları da kabul etme konusunda genel bir istekliliğin duyulmasına yol açmıştı.

Jeanne d’Arc

Yüz Yıl Savaşları sırasında 1429 baharında, Tanrı’nın emri olduğunu söylediği şeye uyarak Jeanne d’Arc, Orleans kuşatmasını kaldıran ve Patay savaşında kalan İngiliz kuvvetlerinin büyük bir bölümünü yok eden bir dizi çarpıcı askeri zaferde Dauphin’in ordularına ilham verdi. Ancak tüm bunların ardından bir dizi askeri başarısızlık sonunda 1430 baharında İngilizlerle müttefik olan Burgonyalılar tarafından ele geçirildi. Burgonyalılar, 10,000 livre karşılığında onu İngilizlere teslim ettiler. Aynı yılın Aralık ayında İngiltere Kralı VI. Henry’nin Fransa’daki askeri karargâhı ve idari başkenti olan Rouen’e nakledildi ve İngilizlerin destekçisi olan Piskopos Pierre Cauchon başkanlığındaki bir Kilise mahkemesi önünde sapkınlık suçlamasıyla yargılandı.

Cauchon, Fransa’nın yerlisi olmasına rağmen 1418’den beri İngiliz hükümetinde görev yapıyordu ve bu nedenle de karşı taraf için çalışmış olan bu kadına yönelik düşmanca bir tavra sahipti. Aynı şey diğer mahkeme üyeleri için de geçerliydi. Jeanne d'Arc’ın zaferlerine şeytani bir köken atfetmek, onun itibarını zedelemek ve İngiliz birliklerinin moralini yükseltmek için etkili bir yol olacaktı. Bu nedenle yargılamayı bizzat yürütmeyen ve aslında yargılama süresi boyunca da davaya karşı çekingen bir tutum sergileyen Engizisyon’un davaya dahil edilmesine karar verildi.

Kendisine karşı, sapkınlık ve erkek gibi giyinme (yani asker kıyafeti ve zırhı giyme) suçlamaları da dahil olmak üzere yetmiş suçlama yöneltildi. Daha sonrasında görgü tanıkları Jeanne’nin bu kıyafetleri giydiğini ve “birbirine sıkıca bağlayarak tutturduğunu” söyledi, çünkü tunik, muhafızların zaman zaman kendisine tecavüz etme girişimleri sırasında giysilerini çekip çıkarmasını engellemek için uzun çizmelere bağlanabiliyordu.

Jeanne önce müebbet hapse mahkum edildi ve engizisyon yargıcı Jean Le Maitre (bir görgü tanığına göre sadece İngilizlerin tehditleri nedeniyle mahkemeye katılmıştı) ondan erkek kıyafetlerinden vazgeçeceğine dair güvence (teminat) aldı. Ancak İngiliz askerleri tarafından tecavüz girişimlerine maruz kaldığı söylenen bu dört günün ardından (görgü tanıklarına göre) tecavüze karşı korunmaya ihtiyacı olduğu için asker kıyafetlerini yeniden giydi. Böylece Cauchon onu tekrar sapkın ilan etti ve iki gün sonra da, 30 Mayıs 1431'de kazığa bağlanarak yakıldı.

1455 yılında, Jeanne d’Arc'ın annesi Isabelle tarafından verilen bir dilekçe, Jeanne d’Arc'ın idamına yol açan şüpheli koşulların araştırılması amacıyla yeniden bir yargılama yapılmasına yol açtı. 7 Kasım 1455 tarihinde Notre Dame de Paris’te açılan bu yeni yargılamanın sorumluluğunu Fransa Engizisyon Genel Sekreteri üstlendi.  Jeanne’nin iddialara verdiği cevaplar ve temyiz sürecinde ifade vermeye çağrılan 115 tanığın ifadeleri de dahil olmak üzere tüm yargılamaları inceledikten sonra, engizitör 7 Temmuz 1456’da Jeanne’nin mahkumiyetini bozdu. Nihayetinde ise Jeanne d’Arc 1920’de kanonlaştırıldı (azizleştirildi, aziz ilan edildi).

Tarihçi Edward Peters de Jeanne d’Arc'ın mahkûm edildiği birinci davada bir dizi hukuka aykırı durum olduğunu da tespit etmiştir.

Engizisyon prosedürü (ya da usulü)

Papalık engizisyonu, sapkınları keşfetmek (ortaya çıkarmak) ve yargılamak için bir dizi prosedür (usul, yöntem) geliştirdi. Bu kurallar ve prosedürler engizisyon mahkemesinin nasıl işleyeceğini belirliyordu. Eğer suçlanan kişi (sanık) sapkınlığından vazgeçer ve Kilise’ye dönerse affedilir ve kefaret cezası verilirdi. Sanık sapkınlığını sürdürürse aforoz edilir ve dünyevi otoritelere teslim edilirdi. Sapkınlığa yönelik uygulanan cezalar o dönemin Avrupa’sındaki seküler mahkemelerin uyguladığı kadar ağır olmasa da, kilise mahkemeleri tarafından da düzenlenmiştir (örneğin mallara el konulması, sapkınların cezalandırılması için seküler mahkemelere teslim edilmesi gibi). Ayrıca engizisyon mahkemelerinin çeşitli “anahtar terimleri” de bu dönemde tanımlanmıştır; örneğin “sapkınlar, inananlar (müminler), sapkınlığından şüphelenilenler, basitçe şüphelenilenler, şiddetle şüphelenilenler ve en şiddetle şüphelenilenler” gibi.

Soruşturma

Halk, halka açık bir yerde toplanırdı. Engizisyoncular, herkesin öne çıkarak hoşgörü gösterileceğini temin ederek kendilerini ihbar (ifşa ya da ele vermeleri) etmeleri için bir fırsat verirdi. Yasal olarak yargılama sırasında en az iki tanığın bulunması gerekiyordu, ancak yalnızca vicdanlı yargıçlar nadiren bu sayıyla yetiniyordu.

Duruşma

Duruşmanın başında sanıklar kendilerine karşı “ölümcül nefret” besleyen kişilerin isimlerini vermeye davet edilirdi. Eğer bu isimler arasında suçlayanlar da varsa, sanık serbest bırakılır ve suçlamalar düşerdi; suçlayanlar ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılırdı. Bu seçenek, engizisyonun yerel husumetlere ve düşmanlıklara karışmasını engellemeyi amaçlıyordu. Engizisyonun yürütülmesine ilişkin ilk hukuki istişareler, suçsuzun cezalandırılmasındansa suçlunun serbest kalmasının daha iyi olduğunu vurgulamaktadır. IX. Gregory, Marburglu Conrad'a: “ut puniatur sic temeritas perversorum quod innocentiae puritas non laedatur” demiştir, yani “masumlara zarar verecek şekilde kötüleri (suçluları) cezalandırmamak”.

Tanıklarla (şahitlerle) kişisel olarak yüzleşme olmadığı gibi, çapraz sorgulama da yapılmıyordu. Savunmanın tanıkları hemen hemen hiç ortaya çıkmazdı, çünkü bunların da sapkın ya da sapkınlığa eğilimli olduklarından şüphe edilirdi. Yargılamanın herhangi bir aşamasındaysa sanık, Roma’ya başvurabiliyordu (itiraz edebiliyordu).

İşkence

Engizisyon sürecinin kendisinde olduğu gibi, işkence de seküler mahkemelerde yaygın olarak kullanılan eski bir Roma hukuku uygulamasıydı. Papa IV. Innocent 15 Mayıs 1252’de Ad Extirpanda başlıklı bir papalık genelgesi yayınlayarak engizisyon mahkemelerinde işkencenin sınırlı olarak kullanılmasına izin verdi. Engizisyonla ilişkilendirilen vahşetin çoğu aslında daha önce seküler/laik mahkemelerde yaygındı ancak kan dökme, düşük yapma, sakatlama veya ölümle sonuçlanan işkence yöntemleri de dahil olmak üzere Engizisyon kapsamında yasaklanmıştı. Ayrıca, işkence sadece bir defaya mahsus olarak sınırlı bir süre zarfında yapılabiliyordu.

2000’deki yıldönümüne hazırlık olarak Vatikan, Kutsal Ofis'in (Engizisyon’un modern halefi/ardılı) arşivlerini dünyanın dört bir yanından gelen 30 kişilik bir akademisyen ekibine açtı. Kutsal Kabir Tarikatı’nın genel valisine göre son çalışmalar Engizisyon’a atfedilen “işkence ve ölüm cezasının acımasız bir sertlikle uygulanmadığını” gösteriyor gibi görünmektedir. Tehdit veya hapis cezası gibi diğer yöntemlerin daha etkili olduğu da kanıtlanmış gibi gözükmektedir.

Cezalandırma

Papa III Alexander'ın başkanlığında 1164 yılında Tours’da toplanan bir konsey, bir sapkının mallarına el konulmasını emretmiştir. Toulouse’da 1245 ve 1246 yılları arasında sorgulanan 5.400 kişi arasından 184’ü (tövbe eden Katharları işaretlemek için kullanılan) sarı haç cezasına çarptırılmış, 23’ü ömür boyu hapse atılmış ve hiçbiri kazığa oturtulmamıştır.

Din karşıtı yargılamalarda mevcut olan en ağır ceza, yeniden günah işlemeye başlayan ya da inatçı sapkınlar için öngörülmüştü. Ancak pişmanlık duymayanlar ve dinden dönenler seküler otorite karşısında hüküm giyerek kazığa bağlanıp yakılmalarına kadar varabilecek çeşitli fiziki cezalara çarptırılabilirdi. İdam cezası ne Kilise tarafından uygulanıyordu ne de din adamları olarak insan öldürmeleri yasak olan engizisyon görevlilerinin uygulayabileceği bir cezaydı. Suçlanan kişi aynı zamanda mallarına el konulması ihtimaliyle de karşı karşıyaydı. Bazı davalarda suçlayanlar sanığın malına el koyma arzusuyla hareket etmiş olabilirler, ancak engizisyonun aktif olduğu bölgelerin çoğunda bunu kanıtlamak oldukça zor bir iddiadır, zira Engizisyon, savcılık suiistimallerini sınırlandırmak amacıyla kendi içinde çeşitli denetim katmanları da oluşturmaktaydı.

Engizisyon görevlileri genellikle sapkınları tövbe etmeye ikna edebildikleri takdirde onları idam edilmeleri için laik güçlere teslim etmemeyi tercih ederlerdi: Ecclesia non novit sanguinem (Kilise Kan Bilmez). Örneğin, Dominiken rahibi ve engizitör (sorgulayıcı) olan Bernard Gui tarafından 636 kişi hakkında alınan 900 suç kararının sadece 45’i idamla sonuçlanmıştır.

Miras

14. yüzyıla gelindiğinde Waldensianlar tamamen yeraltına sürülmüştü. Pays Cathare’nin (Fransa’nın güneybatısında kalan bir bölge) bazı sakinleri bugün bile kendilerini Kathar olarak tanımlamakta ve Orta Çağ’daki Katharların soyundan geldiklerini iddia etmektedirler. Ancak tarihi Katharizm’in temel dayanağı olarak bilinen consolamentum’un teslimi, iyi durumdaki bir bon homme (iyi insan) tarafından doğrusal bir veraseti gerekli kılıyordu. Bilinen son iyi insanlardan birisi olan Guillaume Belibaste'nin ise 1321 yılında yakılarak öldürüldüğü düşünülmektedir.

——————————————
Bu makale, Wikipedia'da bulunan “Medieval Inquisition” başlıklı makalenin tercümesidir. Ana kaynağa ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Mütercim: Batuhan Akdoğan

Post a Comment

Daha yeni Daha eski